Birinci Dünya Savaşı başladığında sömürgecilik altın çağını yaşıyordu.
Sanayi kapitalizmini gerçekleştirmiş Batı Avrupa ülkeleri dünyanın büyük
kısmını kontrol altına almış ve sömürge haline getirmiş bulunuyorlardı.
Emperyalist Avrupa devletlerinin ortak özelliği Grek, Roma ve
Hıristiyan kültür temeline dayanması idi. Hatta Hıristiyanlık daha ön
planda idi. Bu sebeple sömürge olarak seçilen ülkeler ve sömürülen
toplumlar genel olarak Hıristiyan olmayanlardı.
1914’e gelindiğinde dünya üzerinde Avrupa’nın sömürgesi haline
gelmemiş, istiklalini muhafaza eden tek Müslüman devlet olarak Osmanlı
Devleti kalmış idi. Afrika, Hind Okyanusu’nda kıyısı bulunan ülkeler,
Orta Asya toplumları, Uzak-doğu tamamıyla Batı’nın dominyonları haline
getirilmiş bulunuyordu. Buralarda yaşayan toplumların ortak özelliği
Hıristiyan olmaları idi. Avrupa’nın en güçlü sömürgeci ülkesi Britanya
İmparatorluğu’nun Müslüman tebası Osmanlı Devleti’ninkinden fazlaydı.
Sahip olduğu teknoloji, organizasyon, bilgi birikimi sayesinde büyük bir
güç olarak ortaya çıkan Avrupa devletleri Osmanlı Devleti’nin zirveden
düşüşüyle birbirinden farklı birçok milleti esareti altına almış ve
Avrupa dışındaki bütün kıtaların insan ve ekonomik kaynaklarını kendi
sanayi kapitalizmini sürdürmek için istismar etmeye başlamıştı.
Emperyalizm sömürü düzenini devam ettirebilmek için kendi kültür ve
inançlarını sömürge toplumlarına kabul ettirmeye çalışmış ve bunda da
büyük ölçüde başarılı olmuştu. Başarılı olamadığı ülkeler, halkı
Müslüman olanlardı. Birçok Afrika toplumu Batılılar’ın dilini ve dinini
kabul ettiği halde Müslüman olan toplumlar inançlarını
değiştirmemişlerdir. Ancak inanç konusundaki hassasiyet dil konusunda
gösterilememiş ve birçok Müslüman ülke sömürgecilerin dilini konuşmaya
başlamıştır.
XX. yüzyıla girildiğinde Osmanlı Devleti de kültürel ve ekonomik
bakımdan âdeta yarı sömürge haline getirilmiş bulunuyordu. Ancak Türk
milleti siyasî hakimiyetine son derece düşkündü ve bu konudaki
kararlılığını sürdürüyordu.
Birinci Dünya Savaşı esas itibariyle sömürgeci Avrupa devletleri
arasında sanayileşme, pazar ve sömürge kapma alanında bir rekabetin
sonucu idi. XIX. yüzyılın sonlarına doğru millî birliğini sağlayan ve
sanayileşen Almanya’nın sömürgelere ve mallarını satabileceği pazarlara
ihtiyacı vardı.
Oysa bu konuda Afrika, Asya ve Amerika, İngiltere, Fransa, Belçika ve
Hollanda gibi ülkeler arasında paylaşılmış bulunuyordu. Almanya’nın
güçlenmesi ve sömürge arayışına girişmesi İngiltere’yi son derece
rahatsız etti. Arada kıyasıya bir rekabet başladı. 1870 savaşında
Almanya’nın Fransa’yı yenmesi ve Alsas Loren bölgesini ele geçirmesi
Fransa’yı ittifak arayışlarına itti. Yukarıda belirttiğimiz sebeplerden
dolayı İngiltere Fransa’nın tabiî müttefiki durumundaydı. Zamanla
aralarına diğer sömürgeci bir devlet olan Rusya’yı da aldılar.
Rusya, XVI. yüzyıldan itibaren Türk ve İslâm dünyası aleyhine adım
adım ilerleyerek XVIII. yüzyılda büyük bir güç olarak ortaya çıkmıştı.
Osmanlı Devleti’nin askerî bakımdan zaafa uğraması ile Balkanlar’da ve
Kafkasya’da ilerlemeye başlamıştı. Ayrıca Orta Asya yönünde ciddi bir
direnişle karşılaşmadan doğuya doğru ilerlemekteydi. XIX. yüzyılın
ikinci yarısında, Rusya, bütün Orta Asya’da kontrolü sağlamış ve Büyük
Okyanus’a kadar uzanan ülkeleri sömürge haline getirmişti. Bu sebeple
XX. yüzyılın başlarında İngiltere ve Fransa ile birlikte en çok
sömürgeye sahip ülkeler arasında geliyordu.
Savaş sömürgeci devletler arasında çıkmıştı ama, sömürgeci bir güç
olmayan bilakis emperyalizmin boy hedefi haline gelmiş olan Osmanlı
Devleti de bu savaşa sürüklendi. Aslında Osmanlı Devleti’nin böyle bir
savaşa girmekte hiç bir menfaati yoktu. Galip gelen tarafta olsa dahi
sonuçtan faydalanabilmesi zor görünüyordu. Ne var ki genç, atak fakat
siyasî basiretten ve devlet idaresi konusundaki tecrübeden mahrum
İttihat ve Terakki ileri gelenleri, devleti ve milleti topyekün bir
felaketin içerisine atmaktan çekinmediler. Halbuki savaşa girmemiş bir
Türkiye işgale uğramayacak ve topraklarının çoğunu kaybetmeyecekti.
Türkiye’nin, Almanya’nın yanında savaşa girmesi savaşın seyrini ve
planlarını değiştirdi. Boğazlara sahip olması sebebiyle İtilaf
devletlerinin ana hedefi durumuna geldi. Yapılan planlara göre İtilaf
devletleri Çanakkale boğazını ele geçirirlerse hem Türkiye’yi saf dışı
etmiş olacaklar, hem de Alman orduları karşısında güç duruma düşen
müttefikleri Rusya’ya yardım edeceklerdi. Ayrıca Türkiye ile Almanya’nın
irtibatı kesilecek ve savaş kısa sürecekti. Fakat evdeki hesap çarşıya
uymadı. Büyük güçlerce ciddiye alınmayan ve hesaba katılmayan Türk
ordusu Çanakkale’deki deniz ve kara savaşlarında destanlık bir savunma
yaptı. O zamana kadar insanoğlunun icat ettiği en gelişmiş ve öldürücü
silahlarına karşı verilen bu mücadele ender görülen zaferlerinden biri
olarak dünya tarihine geçti.

Türk askerinin direnme gücünün, fedakârlık ruhunun, millet ve vatan
sevgisinin bir âbidesi olan bu zafer, dünyanın en iyi donatılmış
orduları karşısında kara, deniz ve havada sürdürülen insanüstü bir
mücadele ve gayretin sonucu idi. Bu eşsiz galibiyetin dünya toplumları
üzerindeki yankıları ve tesirleri de o derece muazzam oldu.
Sömürgeci Avrupa devletlerinin bütün hesapları boşa çıktı. Rusya,
müttefiklerinden yardım alamayınca Almanya karşısında bozguna uğradı ve
ülkede ihtilal çıktı. Böylece Orta Asya ve Kafkasya’daki toplumlar
istiklallerini elde etmek konusunda ümitlendiler.
Asya’nın ve Uzak-doğu’nun esaret altındaki diğer milletleri de mağrur
ve müreffeh Avrupa devletlerinin Çanakkale’de gururlarının
kırılmasından son derece memnun oldular. Çünkü onlar emperyalizmin
teknik üstünlüğü ve zenginliği karşısında vatan sevgisi ve
milliyetçiliğin zaferinden dolayı kendi istiklalleri için de bir ümit
ışığı görmüşlerdi.
Öte yandan Çanakkale zaferleri Orta-doğu’da ve umumiyetle halkı
Müslüman olan ülkelerde Türkiye’nin prestij ve nüfuzunu artırdığı gibi,
sömürgecilere karşı yer yer direniş hareketlerinin doğmasına da yol
açtı. Psikolojik olarak Avrupa devletlerinin yenilmezliğine inanmış olan
Doğu toplumları Çanakkale sayesinde kendilerinde yeni bir güç ve şevk
buldular ve kendine güven duygusu kazandılar.
Bu arada Mısır başta olmak üzere Kuzey Afrika ülkeleri ve Hindistan
kıtasında yaşayan milletler arasında milliyetçilik akımları güçlendi.
İleride millet temeline dayalı bağımsız devletler ortaya çıktı. Böylece
XX. yüzyıl tarihe milliyetçilik çağı olarak geçti.
Türk milleti topkeyün emperyalist güçler karşısında mazlumları temsil
ediyordu. Her ne kadar Birinci Dünya Savaşı sonunda Mondros Mütarekesi
gibi Türk tarihinde eşi benzeri görülmemiş meşum bir antlaşma imzalanmak
zorunda kalınmışsa da Türk milleti kendisi için biçilmek istenen esaret
elbisesini kabul etmemiş ve istiklal için derhal .mücadeleye atılmıştı.
İşte Milli Mücadele’ye ruh veren Çanakkale zaferleri olmuş ve asker,
aydınlar ve toplum, inanç ve kendine güven duygusunu burada kazanmıştır.
Eğer Çanakkale destanı olmasaydı, Milli Mücadele olmazdı!
Çanakkale’yi dünyanın en güçlü donanmalarının ve kara kuvvetlerinin
geçemeyişi ve emperyalist güçlerin mağluben ve menkuben geri dönüp
gitmeleri bütün sömürge toplumlarında tesirini göstermiş yüzyıllardır
devam eden sömürüye bir son vermek konusunda hareketler başlamıştır.
Asya’nın ve Afrika’nın mazlum milletleri bu sebeple Türkiye’nin
istiklal mücadelesi sırasında maddî ve manevî desteklerini
esirgememişlerdir.
Anafartalar Cephesi Komutanı Mustafa Kemal Bey, Çanakkale
muharebelerinde gösterdiği üstün başarılarla ün kazanmış ve adı bütün
Türk ve İslam dünyasına yayılmıştı. Onun Millî Mücadele’nin önderi
olarak yükselmesinde birinci derecede rol oynayan unsur Çanakkale’deki
başarılan idi. O, daha sonra mazlum milletlerin nazarında istiklal ve
hürriyet sembolü haline gelmiştir. Yıllarca sonra sömürgecilere karşı
istiklal savaşı veren Cezayir ve Tunus’taki Müslüman mücahitlerin
göğsünde çok defa Türk bayrağı ile Atatürk’ün resimleri bulunmuştur.
Birinci Dünya Savaşı’ndan İngiltere, Fransa ve İtalya gibi sömürgeci
ülkeler galip çıkmışlarsa da, onlar da Çanakkale başta olmak üzere
Türklerle olan mücadelelerinde çok yıpranmışlar ve eski güçlerinden çok
şey kaybetmişlerdi. Bu yüzden İtilaf devletleri savaştan sonra
Türkiye’yi fiilen işgal edecek gücü kendilerinde bulamadılar.
Diğer taraftan bu ülkeler savaştan sonra sömürgelerini elde tutmakta
zorlanmaya başladılar. İkinci Dünya Harbi sonunda ise artık sömürü
düzenini devam ettirmenin mümkün olmadığını anlamışlardı. Zira Türk
İstiklal Harbi’ni ve Türk milletinin mücadelesini örnek alan mazlum
milletler sömürgecilere karşı ayaklanmalara başlamışlar, kendi millî
devletlerini kurmak için savaşa girişmişlerdi. Hindistan ve Pakistan’da
önceleri pasif direniş olarak başlayan istiklal mücadeleleri İkinci
Dünya Savaşı sonrasında başarıya ulaştı. Bunu Orta-Doğu ülkelerinin
kurtuluş savaşları takip etti.
Bugün, Birleşmiş Milletler’e üye 50 civarında Müslüman ülke
bulunmaktadır. Bu sayıya Müslüman olmayıp da bağımsız birer devlet
haline gelen ülkeler dahil değildir. Halbuki yukarıda temas ettiğimiz
üzere 1914 yılında Türkiye’den başka müstakil İslam devleti kalmamıştı.
Bu sonuçta Türk kahramanlığının bir zafer âbidesi olan Çanakkale’nin
büyük payı vardır.
Avusturyalı, Yeni Zelandalı, Anzaklar vs. gibi İngiliz bayrağı
altında Çanakkale savaşlarına katılan toplumların bile millet bilincine
Çanakkale savaşları sonucunda ulaştıkları ve İngiltere’nin kendilerini
sürekli istismar ettiğinin farkına vararak yeni bir kimlik
kazandıklarını kendileri ifade etmektedirler.
Netice olarak Çanakkale’deki emperyalizme karşı meydan okuyuşun
mazlum milletlerin şahsiyet ve istiklallerini kazanmalarında son derece
önemli rol oynadığı ve bu zaferin sömürgecilik için sonun başlangıcı
olduğunu söyleyebiliriz.
Büyük zaferin 80. yıldönümünde şehitleri ve gazileri rahmetle
anarken Türk milletinin istikbali hususunda yüce Allah’tan yardım ve
mağfiret dileriz.
Kaynakça: atam.gov.tr
Doç. Dr. MEHMET ALİ ÜNAL
Doç. Dr. MEHMET ALİ ÜNAL
ASIRLARDIR TÜRK'ÜN KENDİSİNDEN BAŞKA DOSTU OLMAMIŞTIR.
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumlarınızı Bekliyoruz.