- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
LATİN AMERİKA’DA İSPANYOL SÖMÜRGECİLİĞİ
1492 yılı İspanyol tarihi bakımından
fetih yılıdır; hem Granada’nın Müslümanlardan geri alınışı ki yeniden
fetih olarak adlandırılır (reconquista) hem de Yeni Dünya’nın keşfi aynı
yıl içinde gerçekleşmiştir. 1492’de Kristof Kolomb’u yeni bir kıtayı
fethe gönderen Katolik krallar, aynı yıl Granada’yı ele geçirip İber
Yarımadası’ndaki Müslümanların hâkimiyetini sona erdirirken, Musevileri
de kitlesel olarak ülke dışına sürmüşlerdi.[1]
Aynı yıl içinde Aragon kralı Fernando ve Kastilya Kraliçesi Isabel’in
evliliği ile hanedanlar tek bir bayrak altında birleştirilmiş, İspanyol
Krallığı’nın siyasi birliği de sağlanmıştı. Böylece reconquista’yı
başarıyla gerçekleştiren İspanya, iç huzurunu da sağlamış olmanın
verdiği rahatlıkla gözünü denizaşırı topraklara dikti.
Ortaçağ Avrupa’sında doğunun
zenginliklerini ele geçirmek büyük bir tutku haline gelmişti.
Avrupalılar bu hedef doğrultusunda Haçlı Seferleri’ne girişmişler,
başarısız olunca da doğuya ulaşmak üzere yeni yolları keşfetmeye
yönelmişlerdi. Gemicilik teknikleri ve coğrafya bilgisinin gelişmesiyle
15. yüzyılda İspanyollar ve Portekizliler altın ve baharat ülkesi olan
Hindistan’a ulaşmak üzere deniz seferlerine başladılar. 1492 yılında da
Cenevizli denizci Kristof Kolomb İspanya Krallığı’nın bayrağı altında
keşif seferine çıktı. Kolomb’un hedefi kısa yoldan Asya’ya ulaşmak ve
Doğu’nun zenginliklerinden pay alabilmekti. İspanya Kralı’nın kazancı
ise keşfedilen yerlere sahip olmak ve Hindistan’dan getirilecek malların
9/10’nu almak idi.[2]
Kolomb, sürekli batıya giderek doğunun
zenginliklerine ulaşacağına inanıyordu. Asya kıtasına ulaşabilmek için
Yeni Dünya’ya dört sefer düzenleyen Kolomb, Hindistan’a ulaştığını
sanıyordu ve hayatının sonuna kadar da doğuya ulaştığına inanarak
yaşayacaktı. Bundan dolayı Yeni Dünya’da karşılaştığı yerli halka Hintli
adını verdi.
Kolomb, Orta Amerika, Karayipler ve
Honduras’taki tüm büyük adalara ulaştı. Amerika’nın yeni bir kıta
olduğunu ortaya çıkaran ise İspanya ve Portekiz Krallıkları yönetiminde
Yeni Dünya’ya keşif gezileri yapan İtalyan denizci Amerigo Vespucci
oldu. Kıtanın da Amerigo Vespucci’nin isminden dolayı Amerika olarak
adlandırıldığı ileri sürülmektedir. Bununla beraber Gerardus Mercator
adlı bir haritacının da 1538 yılında kıtanın haritasını çizdiği ve tüm
kıta için Amerika adını kullandığı da bilinmektedir.[3]
İspanya Krallığı, Kolomb’un bıraktığı yerden devam etmek üzere pek çok denizciyi yeni kıtayı bulmak üzere teşvik etti.[4]
Keşif hareketlerini gerçekleştiren İspanyol denizciler, Amerika
Kıtası’nda zamanın oldukça gerisinde bir dönemde yaşayan halklarla
karşılaştılar. Kendilerini oldukça misafirperver karşılayan yerli halkı
barbar, gelişmemiş ve sapkın buldular. Bununla birlikte İspanyollar
kıtaya ayak bastıklarında Latin Amerika’da üç büyük uygarlığın varlığı
söz konusuydu: Maya, İnka ve Aztek uygarlıkları. Keşif hareketlerinin
ardından fetih hareketlerini başlatan İspanyollar ilk fetihlerde önce bu
uygarlıkları ortadan kaldırdılar.
Keşfettikleri topraklarda
karşılaştıkları uygarlıkları görmezden gelen İspanyolların, fethi
meşrulaştırmak için sık sık sarıldıkları sav, onların törenler yaparak
insan kurban ettikleri, yamyamlık, sodomi ve ensest uygulamalarına
başvurarak, tabii yasaları çiğnedikleri savıdır.[5]
İspanyollar bundan dolayı yerlilerin, kıta üzerinde hiçbir hakkı
olamayacağını savunmuşlardı. Bu düşünceyle, herhangi bir engel tanımadan
fetih hareketlerine giriştiler.
İspanyol fetihleri çok süratli ve
acımasız oldu. Fetihler askeri teknolojiye dayanıyordu ve değişik
gruplardan oluşan yerli halklar arasındaki düşmanlıktan yararlanıyordu.[6]
Bununla beraber yerli halkların ve yerli uygarlıkların direncini kıran
bir diğer önemli husus salgın hastalıklarıydı. Avrupalıların
beraberlerinde Amerika’ya getirdikleri ve Avrasya’da yaygın olan
kızamık, kabakulak, veba, grip ve çiçek gibi hastalıklara karşı Amerikan
yerlilerinin hiçbir direnci yoktu. Bu hastalıklar Karayip Adaları’nda
yayıldı ve oradan Orta ve Güney Amerika’nın daha yoğun nüfuslu
bölgelerine sıçrayarak bazı yerlerde yerel nüfusun neredeyse yüzde
90’ını öldürdü.[7]
Dolayısıyla teknolojik üstünlük ve hastalıklar, İspanyolların, Amerika
kıtasındaki yerli uygarlıkları kısa sürede ortadan kaldırmalarında
önemli rol oynadı.
Yeni Dünya’nın Keşfi: Latin Amerika’da İspanyol Yayılmacılığı
Amerika kıtasının keşfinin ardından
bölgenin zenginliklerini ele geçirmek ve egemenlik kurmak isteyen
İspanyollar, kıtaya yönelik seferler düzenlemeye devam ettiler.
Amerika’ya gelenler denizcilik mesleğiyle uğraşan İspanyol fatihlerdi.
İspanyol fatihler, bir yarım yüzyıl içinde egemenliklerini Meksika’ya,
Orta Amerika’ya ve –Brezilya dışında- Güney Amerika’nın bir bölümüne
yaydılar.
İspanyol fatihlerinden Cortez’in
Meksika’yı, Pizarro’nun da Peru’yu fethetmesi özellikle büyük önem
taşımaktadır. Cortez Meksika’daki Aztek, Pizarro da Peru’daki İnka
uygarlıklarını tümüyle yok ettiler. Bu uygalıkların eşsiz altın heykel
ve süs eşyalarını eriterek paraya dönüştürdüler.[8]
Ele geçirdikleri tüm değerli madenleri İspanya’ya taşıdılar ve küresel
İspanyol İmparatorluğu’nun oluşumuna büyük katkı sağladılar. Fatihlerin
bu başarısını açıklayan nedenler koşulların uygunluğu, yerli halkların
saflığı, başta da silahlarının üstünlüğüdür.[9]
Nitekim keşiften üç yıl sonra Kristof Kolomb’un yönetiminde Dominik
yerlilerine karşı açılan savaşta, bir avuç atlı, iki yüz piyade ve özel
olarak yetiştirilmiş birkaç yırtıcı köpek, yerlilerin hakkından
gelmiştir.[10]
Böylece İspanyollar kıtada şiddete dayalı sömürgeci bir yayılma
başlatmış, dünyanın en batısında yer alan Yeni Dünya’nın zenginliklerine
300 yıl boyunca sahip olmuşlardı.
İspanyolların Latin Amerika’yı fetihleri
17. yüzyıl sonuna kadar devam etti. Bu dönemde Latin Amerika’nın tüm
kaynakları sömürgeleştirildi. İspanyolların fetih hareketi, Amerika’nın
yerli halkı için tutsaklık, yoksulluk, yıkım getiren bir sömürge
düzeninin yerleşmesi anlamına geldi. Ateşli silah nedir bilmeyen, ama
birçok bakımdan gelişmiş uygarlıklar yaratmış bulunan Mayalar, İnkalar,
Aztekler eriyip gittiler.[11] Fatihlerin beraberlerinde İspanya’ya götürdükleri yerli halk köle pazarlarında satıldı.
Latin Amerika’nın İspanyollar tarafından
sömürgeleştirildiği dönemde kıta nüfusunun yanı sıra bölgenin coğrafi
yapısı da altın, gümüş gibi değerli madenlere ulaşmak için değiştirildi.
1545’te Potosi Dağları’ndaki büyük gümüş madenleri bulunmuştu.
Avrupa’nın yıllık üretiminin 60.000 kilo olmasına karşılık, burada
266.200 kilo gümüş üretilmekte gecikilmedi. Altına gelince, Avrupa’da
yılda 1000, Afrika’da 2000 kilo üretildiği halde, Amerika yılda 5400
kilo altın üretiyordu.[12] Zengin maden yataklarının ünü öylesine yayıldı ki, insan, hayvan ve makine akını Potosi ve çevresini istila etti.[13]
Potosi’deki maden yataklarının keşfi İspanya için büyük bir talihti. Bu
heyecan verici, olağanüstü keşfin etkileri daha 1549 yılından itibaren
hissedilmeye başlandı, çünkü gümüş üretimi bir yıl öncekine oranla
yaklaşık on kat artmıştı.[14]
Potosi’den sonra Zacatecas bölgesinde çok zengin gümüş yatakları
keşfedildi. Zacatecas ve Potosi 16. ve 17. yüzyıllarda İspanya’nın güç
ve zenginliğinin başlıca kaynaklarını oluşturdu.[15]
Gümüş uluslararası piyasada sınırsızca paraya çevrilebilme niteliği
taşıdığı ve son derece aranır olduğu için, Amerika’dan gelen olağandışı
miktardaki gümüş sayesinde, gerek insan, gerekse malzeme kaynakları
bakımından yoksul bir ülke iken, İspanya bugünden yarına dünyanın en
güçlü ülkesi oldu.[16]
İspanyollar, Amerika kıtasında siyasi ve
ekonomik çıkarların yanı sıra din olgusunu da göz önünde bulundurarak
ilerlemişlerdi. Dolayısıyla Amerika’nın keşfi macerası, Ortaçağ’da
İspanya’ya hâkim olan Haçlı Seferleri geleneği hesaba katılmadan
açıklanamaz. Nitekim Katolik Kilisesi, okyanusun öte yanında uzanan
bilinmedik toprakların fethine kutsal bir karakter atfetmekten
çekinmemiş ve Valencialı Papa VI. Alexander, Kraliçe Isabel’i Yeni
Dünya’nın da kraliçesi ilan etmişti. Böylece İspanya Krallığı’nın
genişlemesiyle birlikte, Tanrı’nın yeryüzündeki krallığı da
genişlemişti.[17]
Dolayısıyla İspanya’yı Yeni Dünya’da yayılmacı bir politika izlemeye
yönelten nedenler siyasi ve ekonomik olduğu kadar dini niteliklidir.
Katolik Hıristiyanlığın yeni keşfedilen toprakların binlerce yıllık
yerleşimcilerine dayatılması, İspanyol Kraliyeti’nin başlıca
amaçlarından biri olmuş, Roma Katolik Kilisesi tarafından İspanyol
Kraliyeti’nin sorumluluğuna bırakılan bu misyon, Yeni Dünya’daki
İspanyol fetihlerini meşrulaştırması bakımından özellikle önemsenmişti.[18]
Bu durum Yeni Dünya’da yeni bir Haçlı Ruhu’nun doğduğunu, Kilise ve
İspanyol Krallığı’nın Hıristiyanlığı yaymak istediklerini
göstermektedir. İspanyol tarihçi Fernando de los Rios, İspanya’nın 15.
yüzyılın sonundan itibaren başlatmış olduğu büyük sömürgeci hamleyi
şöyle değerlendirmektedir: “İspanya tarihin bu döneminde askeri ve
ruhani olmak üzere iki çeşit saldırgan eğilim göstermekteydi: ikisi de
kavgacı ve fethetmeye istekliydi. Askeri fetihlerin amacı; güç, toprak
ve zenginlik kazanmak iken; ruhani fetihlerle amaçlanan Hıristiyanlığa
bağlılık kazandırmaktı.”[19]
İspanyollar 16. yüzyılda dünyanın en
büyük sömürge imparatorluğunu kurmuş bulunuyorlardı. Fetih
hareketlerinin sonunda sınırların genişlemiş olması, fethedilen
bölgelerde idari yapılanma ve kurumsallaşmayı zorunlu hale getirdi. Bu
nedenle askerlere ve kâşiflere vali veya kraliyet görevlisi gibi
makamlar verildi, kısa bir süre sonra da yerleşimciler geldi.[20]
Böylece İspanyollar, Amerika’da İspanya devlet teşkilatına benzer bir
yapılanmayla bu ülkelerde teşkilatlarını –yönetimlerini- oluşturdular.
Genel valiler, genel komutanlar, piskoposlar, hâkimler atamak suretiyle
idareyi, göçmenleri getirerek de arazileri ele geçirdiler.[21]
İspanyollar, Latin Amerika’da kiliseler
inşa ettiler; tarım ve madencilikle de uğraşarak buraya hiç ayrılmamak
üzere geldiklerini kanıtladılar. Kıtada iyice yerleşik hayat sürmeye
başlayan İspanyollar, yerli halkın doğal evrimini de engelleyerek yeni
bir Amerikalı topluluk oluşturmak üzere Latin Amerika’da asırlarca
sürecek olan sömürge yönetimlerini kurdular.
İspanya’nın Latin Amerika’da Sömürge Yönetimi
16. yüzyılın ilk yarısında, İspanyol
fatihlerinin serbest yönetiminde bulunan Yeni Dünya toprakları, yüzyılın
ikinci yarısında sömürge yönetim sisteminin uygulamaya konulmasıyla
birlikte İspanyol Kraliyeti’nin denetimi altına girmiştir.
Sömürgelere yönelik merkezi bir yönetim
sistemiyle amaçlanan anavatanda kurulmuş olan otoritenin kolonilere
yayılması, dolayısıyla Yeni Dünya’daki özerk yönetimlerin denetim altına
alınmasıdır. Zira 16. yüzyılın ikinci yarısında açığa çıkarılan Potosi
(1545), Zacatecas (1548) ve Guanajuato (1558) maden yatakları,
denetimleri özerk yönetimlere bırakılamayacak kadar değerli altın ve
gümüş madenleri içermekteydiler.[22]
İspanyol krallar, Yeni Dünya’ya, mutlak
otoritelerini ve monarşik merkeziyetçiliklerini yaymak için büyük çaba
harcadılar. Amerika’da ele geçirilen topraklar İspanyol tacına aitti.
Dolayısıyla kanunlar ve yönetim her iki yerde de mümkün olduğu kadar
birbirine benzemeliydi. Nitekim öyle de oldu; Amerika’da ağır ağır bir
kurumlar mekanizması ortaya çıktı.[23]
Taht İspanya’nın denizaşırı topraklarını (Leyes de Indias / Yerli
Yasaları adı altında geniş çaplı bir mevzuatın ortaya çıkmasına yol açan
bir kararla) metropolden yönetme ve kökleri İspanyol geleneğine dayanan
bir dizi belediye ve siyaset-adliye kurumu (audiencia) oluşturma yoluna
gitti.[24]
İlk olarak sömürgelere, merkeze bağlı valiler atandı. İspanyol
sömürgeleri böylece genel valiliklere bölündü: Yeni İspanya (1535), Peru
(1569), Yeni Granada (1710–24 ve 1740) ve La Plata (1776).[25] Yeni İspanya Visrualığı’na[26]
Kuzey Amerika kıtasındaki İspanyol sömürgeleri (Teksas, Yeni Meksiko ve
Florida gibi) ile Meksika, Yucatan Yarımadası, Guatemala (1549’a kadar)
ve Uzak Doğu’da Filipinler dâhildi. Güney Amerika kıtasının bütün diğer
kısımları ise Peru Visrualığı’na bağlıydı.[27] Daha sonra Yeni Granada Visrualığı’nın kurulmasıyla Kolombiya, Ekvador, Panama ve Venezüella buraya bağlandı. Her visrualık da krallıklara ve bölgelere ayrılmıştı. Bölgelerin başında da corregidor’lar[28] veya alcalde mayor’lar bulunuyordu. Bazen de hiçbir visrualığa
bağlı olmayan, doğrudan doğruya İspanya Kralı’nın şahsına bağlı krallık
veya eyaletler vardı ki, bunların başında da kaptanlar bulunmaktaydı.[29]
Böylece sömürgelerin merkezden atanan kraliyet temsilcileriyle
yönetimi, denizaşırı kraliyet memurlukları kavramının oluşmasına neden
oldu.
İspanyol Amerikası’ndaki en büyük kurumsal yenilik 1524’te V. Karl tarafından kurulan ve Casa de Contratacion[30] (1503) ile işbirliği içinde hareket eden Yerliler Konsili
idi. Bu iki kurum sömürge bürokrasisinin tepesine yöneticiler atayarak
ve onlara talimatlar yollayarak, sömürge yönetimlerinin her aşamada
düzgün işlemesinden sorumluydular.[31] Yerliler Konsili,
yazışma ve teftişlerden hareket ederek hükümdarın önerdiği kanunları
koyuyor, idare örgütünü düzenliyor, görevler için adayları saptıyor,
yerlileri koruyor ve istinaf mahkemesi rolünü oynuyordu.[32] Dolayısıyla yönetim faaliyetleriyle ilgili tüm alanları kapsıyordu. Yerliler Konsili,
Amerika’daki İspanyol hükümeti için yasaları düzenleyen yasama organı
olurken ayrıca nihai temyiz mahkemesi olarak sömürgelerde cereyan eden
önemli konularla ilgili kararları veren yargı organı olarak da hareket
ediyordu. Bununla beraber yerlilerin yönetimiyle ilgili büyük önem
taşıyan tüm sorunlarda İspanyol Kralı’nın danıştığı yürütme organıydı.[33] İspanyol Amerikası’nın siyasi ilişkilerini idare etmek için Yerliler Konsili’nin kurulmasının ardından ekonomik ilişkileri anında kontrol edebilmek için ikinci bir birim daha oluşturuldu.[34]
Yerliler Konsili’nin varlığı ve
kontrol mekanizmasını işletmesi İspanyol valilerin 16. yüzyılda başına
buyruk davranmalarını engellemiş ve merkeze bağlı olmalarını
sağlamıştır. Bu dönemde Latin Amerika’da her kurum, kraliyet himayesi
aracılığı ile bizzat hükümdara bağlı konuma getirilmişti.[35]
Ancak İspanyol Amerikası’nda, merkezileşme hiçbir zaman bütün
sertliğiyle uygulanamamıştı. İspanyol monarşisi, Latin Amerika’da
valilerden kurmaylara ve corregidorlara kadar değişen
memurluklar yaratmış, ancak İspanyol Amerika’sının epey uzakta olması
bölgenin merkezden sağlıklı bir şekilde yönetilmesini zorlaştırmıştır.
Başlangıçta sömürgelerde kurulan
İspanyol yönetimi, sağlam ve iyi esaslara bağlanmıştı. Yerli halka iyi
muamele edilmesine ve yönetimin başında bulunanların suistimale
kaymamalarına dikkat ve özen gösterilmiş ve bu konuda gerekli tedbirler
de alınmıştı. Mesela, bir visrua, kral veya corregidor
işbaşından ayrılırken, bir mahkeme önünde yönetiminin hesaplarını açık
bir şekilde vermek ve şikâyetleri cevaplandırmak zorundaydı. Lakin
zamanla bu sistem bozulmuş, yozlaşmıştır.[36]
Yönetimde yolsuzluklar baş göstermiş ve monarşi tarafından atanan
İspanyol idarecileri, hiçbir kural tanımadan bölgede kendi
hâkimiyetlerini kurmuşlardı.
İspanyol idarecileri genelde İspanyol
fatihlerinden oluşuyordu. Dolayısıyla fatihler başlıca kamu yetkilerini
ellerinde tutuyorlardı; kimi zaman da soyluluk unvanları almışlardı.[37]
Fatihler, yönetimin yozlaşmaya başladığı dönemde, idareci oldukları
bölgede bağımsızlıklarını artırdılar. Yerliler üzerinde senyörlük
iktidarı uygulamaya başladılar.[38]
Büyük hareket serbestîsi içinde bulunan fatihler yarı feodal devletler
meydana getirdiler. Böylece Latin Amerika’da feodal sistem uygulamaya
konuldu. Öte yandan fatihlerle yerliler arasındaki büyük uygarlık farkı
yerlilerin İspanyollarla eşit özgür bireyler olmalarını engelliyordu.
Başta İspanyollar, kendilerini soylu olarak görüyorlar ya da olmak
istiyorlardı. Bunun sonucu olarak da yerlilerle aralarındaki ilişkilere
senyör-serf ilişkisi olarak bakıyorlardı.[39] Bu ilişkinin Yeni Dünya’daki adı ise encomiendo’dur. Encomiendo,
yerlilerin, onları Hıristiyanlığa kazandırmak ve de korumakla
görevlendirilmiş bir İspanyol’un emrine, onun kişisel hizmetini görme,
ya da topraklarında tarım yaparak, maden çıkararak çalışma yükümlülüğü
altında verilmesidir.[40] Teoride kâr gayesi gütmeyen bir sistem olarak tasarlanan encomiendo’nun,
uygulamada İspanyol Amerikası için pek çok olumsuzluğu beraberinde
getirdiği bilinmektedir. Esasen sistem, bir toprak bağışı olmamasına
karşın, uygulamada encomenderolar yeni topraklar ele geçirmeye ve onlara
karşı sorumluluklarını yerine getirmemeye başlamışlardı. Aristoteles’in
“doğuştan kölelik” yaklaşımını kendilerine dayanak noktası yapan
İspanyolların köleliğe yatkın olarak gördükleri yerlileri, encomiendo
sistemi içinde ölesiye çalıştırmaları pek çok yerlinin beslenme
yetersizlikleri ve ağır çalışma koşulları nedeniyle hayatlarını
kaybetmelerine yol açmıştır.[41]
Sistemin kendi içinde kontrol mekanizmasının bulunmaması fatihlerin
bunu kötüye kullanmasına sebep olmuş, sonuç olarak encomiendo köleliği
getirmiştir.
Esasında İspanyol monarşisi, toprağa
bağlı kölelik sisteminin Latin Amerika’da oluşmasını hiçbir zaman
istemedi. Özellikle İspanya’nın Katolik hükümdarları, Şarlken ile II.
Philippe, sömürgeleştirmeye özümseme açısından bakmaktaydılar. Onlara
göre İspanyollar, yerlilerle tek bir halk oluşturmalı, Amerika,
İspanya’nın bir eyaleti olmalıydı. [42]
Bu noktada da İspanyolların görevi, yerlilere, kendi tüm yaşam
biçimlerini vermekti. Önce onları Hristiyanlaştırmak gerekiyordu; sonra
içindeki düşünce ve duyarlık biçimiyle Kastilya dili öğretilmeliydi; son
olarak da giyinişi, davranışı, törenleri, bütün sosyal ve siyasal
biçimleriyle tüm İspanyol örfleri onlara aktarılmalıydı.[43] Bu amaçla oluşturulan encomiendo sisteminde, ilke olarak encomiendo
hakkı, sahibine, belli bir toprak üzerinde yaşayan yerlilerden yalnızca
vergi alma ya da onları çalıştırma ayrıcalığı sağlamakta, ama onun bu
toprağa malik olmasını engellemekteydi.[44]
Ancak ağır vergilerle yerlileri borçlandıran yeni feodal beyler,
sistemi böyle kötüye kullanarak yerli toplulukların ortak topraklarına
ve kişisel topraklara kısa zamanda el koymayı başarmışlar ve bu açıdan
da Avrupalı atalarına benzemişlerdir.[45]
Nitekim sistemin bozulduğu dönemde İspanyol sömürgeci, feodal bey gibi
hizmetindeki yerlileri doyurmakta, giydirmekte, korumakta ve
yargılamaktaydı. Sömürgeci efendiye bağlılık hem süresizdi hem de yerli
ailelerini, köylerini ve hatta birkaç kuşağı birden kapsamaktaydı.[46]
Encomiendo sistemiyle
yerlilerin, İspanyol fatihlerinin kölesi haline gelmesi İspanyol
monarşisine yönelik tepkileri de beraberinde getirdi. Bunun üzerine
İspanya Krallığı, yerlilerin köleleştirilmesini yasaklayan kanunlar
çıkardı. Ancak kıtadaki kraliyet temsilcisi olan İspanyol valilerin buna
tepkisi düşmanca olmuş ve çoğunlukla bu kurallar uygulanmamıştır.[47]
Dolayısıyla Latin Amerika’da kurulan İspanyol idari mekanizması,
zamanla yerel devletlerin oluşmasına yol açan feodal düzene doğru
kaymıştır. İspanyol Krallığı’nın uzakta olmasından yararlanmayı bilen
idari yetkililer, yönetimlerinde olan bölgelerin tek hâkimi olmuşlardı.
Böylece encomiendo sistemi ile Yeni Dünya’da, İspanyol
Krallığı’nın iktidarı, yeni tip sömürgeci feodal beylerin yerel
iktidarları ile sınırlandırılmıştır.
Latin Amerika’daki sömürgeci feodal
beylerin yerel iktidarları 19. yüzyıla doğru güç kaybetmeye başladı.
Yerlilere yönelik kötü uygulamaları, kölelik sistemini getirmeleri,
yerlilerin taleplerine cevap verilmemesi, hiçbir hak ve hukukun
gözetilmemesi yerel feodal beylere karşı 19. yüzyılın ilk yıllarında
direniş hareketlerinin oluşmasına neden oldu. İsyanın açıkça dile
getirilmesini sağlayan faktör 1808’den itibaren Portekiz ve İspanya’nın
Fransa’nın işgali altında olmasıydı. Sömürgeler sırayla yabancı bir
Avrupa devletinin yönetimi altında yaşamak istemediklerini haykırmaya
başladılar.[48] İspanyol yönetimine karşı tepkiler yerli halktan değil, yerli halk ile karışmış olan ve kreol[49]
denen İspanyollardan geldi. Bu sırada 18. yüzyılın bütün liberal
fikirleri, İspanyol sansürüne rağmen sömürgelere de girmeye başlamıştı.
Zengin kreoller öğrenim için İspanya ve Avrupa’ya gittiklerinde 18.
yüzyıl Avrupası’nın çehresini değiştirmeye başlayan yeni fikir
akımlarını da öğrenip, bunları Latin Amerika’ya getirdiler.[50]
19. yüzyıldan itibaren de Latin Amerika’da bağımsızlık savaşları
başladı. Bağımsızlık savaşlarının ardından İspanyollar, İber
Yarımadası’na çekilmek zorunda kalırken, geride sömürge yönetimine
alışmış olan bir toplum bıraktılar. Her ne kadar Latin Amerika’da
bağımsızlık savaşları verilmiş olsa da sömürge geleneklerini
içselleştirmiş olan Amerikalıların, gerçekten bağımsız bireyler ya da
toplumlar gibi davranmaları pek kolay olmayacaktı.
Kaynakça:http://politikaakademisi.org
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumlarınızı Bekliyoruz.