İngilterenin Sömürge Geçmişi
Sömürgecilik tarihinin karanlık sayfalarından biri, Britanya İmparatorluğu'nun 20. yüzyıldaki sömürge tarihidir.
Batı'nın ısrarla yüzleşmekten kaçtığı bu tarih, sömürülen bölgelerdeki
halkların unutmayıp dersler çıkardığı bir ibret vesikası olarak dünya
tarihinde yerini çoktan almıştır.
Coğrafi keşifler, baskıdan kurtulmaya çalışan Avrupa, yeni arayışlar, yeni icatlar ve yeni bir çağın doğuşu... Avrupalıların
"keşfettiklerini" söyledikleri, ancak binlerce yıldır zaten var olan,
bilinen ve kök salmış medeniyetlere ev sahipliği yapan coğrafyalar,
birkaç yüzyılda çeliğin, yani Batılı vahşetin gücüne boyun eğdi.
Sömürgeciliğin, 18. yüzyıldaki sanayi devrimine kadar olan ilk ve
"amatör" döneminde, birçok medeniyet tamamıyla yok edilirken özellikle Amerika kıtası Batılı "kaşifler" tarafından yağmalandı. Sömürgeciliğin uğradığı bölgelerden Avrupa'ya akan zenginlik; Avrupa'nın altın, Afrika, Asya ve Güney Amerika'nın karanlık çağını başlatacaktı.
Sanayi devrimine dek daha çok İspanyol ve Portekizli sömürgeciler eliyle devam eden "keşifler", sanayi devriminin başlamasıyla İngiltere eksenli devam etti. Çelik ve kömürün gücünü, sömürge topraklarından "elde edilen" insan emeği ve altınla birleştiren İngiltere, yeni çağın en büyük imparatorluğu olan Büyük Britanya'yı kuracak, 1. Dünya savaşı ve sonrasına dek devam edecek olan "Pax Britannica" devri yaşanacaktı. Almanya'nın sanayileşme hamlesi, Japon İmparatorluğu ve ABD'nin güçlenmesiyle yavaş yavaş sonra eren bu devirde İngiltere, "üzerinde güneş batmayan imparatorluk" olarak anılacaktı. Kanada'dan Irak'a, Hindistan'dan Kenya'ya birçok toprak parçası İngiltere'nin hakimiyetine girecekti.
Batı'da "Pax Britannica" yani İngiliz barışı olarak anılan bu devrin, dünyanın Avrupa haricinde kalan toprakları için bir barış niteliğinde olduğunu söylemek ise oldukça güç. İngiltere'nin sömürge topraklarında yaşananlardan günümüze ulaşarak hatırlanmayı başarabilenler dahi, Pax Britannica'nın "3. dünya ülkeleri" için nasıl br devir olduğunu gözler önüne sermeye yetecek düzeyde. İngiliz İmparatorluğu'nun dünyayı domine ettiği bu devir bilhassa Asya, Ortadoğu ve Afrika için, günümüzde bile hala dinmemiş olan kan ve gözyaşının sistemli olarak akmaya başladığı dönemdir. İngiltere tarih boyunca, günümüzde var olan ülkelerden 22 tanesi hariç hepsini daha önce işgal etti.
İşgal etmedikleri ülkeler ise Avrupa'daki küçük prenslikler, oldukça iç bölgeler yahut diğer sömürgecilerin halihazırda işgal etmiş olduğu topraklar. Pax Britannica'ya karşı en çetin mücadele ise Afganistan'da ve bölgenin doğal uzantısı olan ancak yine İngilizlerin çizdiği Durand hattı ile ülkeden koparılan Veziristan'da yaşanmış. Çoğunluğunu Peştun savaşçıların oluşturduğu Afganlar, bu büyük "barıştan" mahrum kalmak için toplam 3 büyük savaş vermiş. Afganların İngiliz İmparatorluğu'nu son kez mağlup ettiği 3. Afgan İngiliz Harbi'nin bitimi olan 1919, "üzerinde güneş batmayan imparatorluğun" da dünya hakimiyetindeki tekelinin artık yavaş yavaş sonlandığı dönemdir. Ancak bu yıllardan sonra bile İngiliz sömürgeciliği, elini eski topraklarından çekmemiştir.
Sanayi devrimine dek daha çok İspanyol ve Portekizli sömürgeciler eliyle devam eden "keşifler", sanayi devriminin başlamasıyla İngiltere eksenli devam etti. Çelik ve kömürün gücünü, sömürge topraklarından "elde edilen" insan emeği ve altınla birleştiren İngiltere, yeni çağın en büyük imparatorluğu olan Büyük Britanya'yı kuracak, 1. Dünya savaşı ve sonrasına dek devam edecek olan "Pax Britannica" devri yaşanacaktı. Almanya'nın sanayileşme hamlesi, Japon İmparatorluğu ve ABD'nin güçlenmesiyle yavaş yavaş sonra eren bu devirde İngiltere, "üzerinde güneş batmayan imparatorluk" olarak anılacaktı. Kanada'dan Irak'a, Hindistan'dan Kenya'ya birçok toprak parçası İngiltere'nin hakimiyetine girecekti.
Batı'da "Pax Britannica" yani İngiliz barışı olarak anılan bu devrin, dünyanın Avrupa haricinde kalan toprakları için bir barış niteliğinde olduğunu söylemek ise oldukça güç. İngiltere'nin sömürge topraklarında yaşananlardan günümüze ulaşarak hatırlanmayı başarabilenler dahi, Pax Britannica'nın "3. dünya ülkeleri" için nasıl br devir olduğunu gözler önüne sermeye yetecek düzeyde. İngiliz İmparatorluğu'nun dünyayı domine ettiği bu devir bilhassa Asya, Ortadoğu ve Afrika için, günümüzde bile hala dinmemiş olan kan ve gözyaşının sistemli olarak akmaya başladığı dönemdir. İngiltere tarih boyunca, günümüzde var olan ülkelerden 22 tanesi hariç hepsini daha önce işgal etti.
İşgal etmedikleri ülkeler ise Avrupa'daki küçük prenslikler, oldukça iç bölgeler yahut diğer sömürgecilerin halihazırda işgal etmiş olduğu topraklar. Pax Britannica'ya karşı en çetin mücadele ise Afganistan'da ve bölgenin doğal uzantısı olan ancak yine İngilizlerin çizdiği Durand hattı ile ülkeden koparılan Veziristan'da yaşanmış. Çoğunluğunu Peştun savaşçıların oluşturduğu Afganlar, bu büyük "barıştan" mahrum kalmak için toplam 3 büyük savaş vermiş. Afganların İngiliz İmparatorluğu'nu son kez mağlup ettiği 3. Afgan İngiliz Harbi'nin bitimi olan 1919, "üzerinde güneş batmayan imparatorluğun" da dünya hakimiyetindeki tekelinin artık yavaş yavaş sonlandığı dönemdir. Ancak bu yıllardan sonra bile İngiliz sömürgeciliği, elini eski topraklarından çekmemiştir.
İngiliz sömürge imparatorluğu İngiltere Krallığı tarafından 16. yüzyılın sonu ile 18. yüzyılın başı arasında sömürgeleştirilen denizaşırı topraklardan oluşmaktaydı.
İlk denizaşırı İngiliz yerleşimleri İrlanda'da kuruldu; bunu kısa süre içerisinde Kuzey Amerika, Batı Hint Adaları, "fabrika" adı verilen ticaret merkezleriyle Batı Hint Adaları ve Surat'la başlayarak Hint altkıtası izledi. 1639'da Hindistan kıyısında bir dizi yerleşimin inşası Fort St. George ile başlatıldı. 1661 yılında kral II. Charles Bragançalı Catherine ile evlenince Portekiz'e bağlı olan Tanca ve Bombay Catherine'in çeyizi olarak İngiltere'ye verildi.
Kuzey Amerika'da Virginia ve Newfoundland İngiliz sömürgeciliğinin ilk merkezleriydi. 16. yüzyılın ilerleyen dönemlerinde Maine, New Hampshire, Salem, Massachusetts Körfezi, Yeni İskoçya, Connecticut, Maryland ile Rhode Island ve Providence'a yerleşimler yapıldı. 1664 yılında Yeni Hollanda ve Yeni İsveç Hollanda'dan alınarak New York, New Jersey ve Delaware ile Pensilvanya'ya bağlı bölgeler haline getirildi.
1707 yılında İngiltere İskoçya'yla birleşerek Büyük Britanya Krallığı'nı oluşturunca İngiliz kolonileri Britanya İmparatorluğu'nun temeli haline geldi.
İngiliz Sömürgeciliği ve Aborjin Soykırımı
İlk kez 1606 yılında Hollandalı denizciler tarafından fark
edilen Avustralya Kıtası, İngiliz İmparatorluğu’nun sömürgecilik
tarihinin kanlı sayfaları arasında önemli bir yer tutar. Hollandalı
denizciler tarafından New Holland adı verilen bu yeni kıtanın yazgısı,
1770 yılında İngiliz kaptan James Cook’un kıtaya ayak basmasıyla tamamen
değişti. James Cook’un Büyük Britanya adına doğu kıyılarına el koyup
buraya New South Wales adını vermesinden sonra, Avustralya kıtasının
yerli halkı Aborjinlerden çok azı İngilizlerin başlattığı soykırımından
canlı kurtulmayı başaracaktı. Avusturalya’yı sömürgeleştiren Beyaz
Adam, çok az zaman sonra katletmeye başlayacağı adanın gerçek sahibi
olan bu yerlilere Aborjin (Aborigene) adını verdi. Latince kökenli olan Aborjin kelimesi “başlangıçtan beri” anlamına gelmektedir.
Avustralya’daki İngiliz sömürgeciliği asıl olarak 26 Ocak 1788’de
Kaptan Arthur Phillip tarafından Port Jackson’da bir koloni
oluşturulması ile başlar. Bu tarih ileride Avustralya’nın ulusal günü
ilan edilecektir. Yeni kıtaya hızla insan akını başlar. Büyük
Britanya’dan Avusturalya ve Yeni Zelanda’ya 1830-1840 yılları arasında
göçen insan sayısı daha önceden gelen 68.000 nüfusun iki katına çıkar.
1880-1890 yılları arasındaki dönemde ise en yüksek noktasına ulaşarak
278.000’i bulur.
Avusturalya’nın sömürgeleştirilmesinde diğer topraklardan farklı
olarak suçlulardan kurtulma amacı da söz konusuydu. Londra’daki
hapishaneler dolup taşıyordu. Yetkililer bunların bazılarını ABD’ye
gönderiyordu ama Bağımsızlık Savaşı’ndan
sonra Birleşik Devletler suçlulara kapılarını kapatmıştı. Böyle bir
dönemde yeni sömürgeleştirilmeye başlanan Avusturalya suçluların yeni
adresi oldu. Aborjinlerin kötü yazgısına İngiltere’de ne kadar katil,
tecavüzcü ve hırsız varsa düşmüştü.
Avrupalı sömürgeciler ilk önce verimli sahil bölgelerine ve su
kaynaklarının bulunduğu bölgelere yerleştiler. Daha Batılılarla ilk
karşılaşmalarında binlerce Aborjin, sömürgecilerin getirdiği
hastalıklara karşı hiçbir bağışıklıkları olmadığından tıpkı
Kızılderililerin çiçek virüsüyle öldüğü gibi toplu olarak can verdi.
Aborjin Soykırımının Başlaması
Başlangıçta az sayıda kişinin yerleşiminde sorun olmadı. Ancak adada
madenler çıkmaya ve işletilmeye başlanınca işgal ve yerleşim olgusunda
aşırı yoğunluk başladı. Toprakları ellerinden alınan, köle olarak
çalıştırılmak istenen Aborjinler sömürgecilere karşı isyan başlattı. Bu,
Aborjin soykırımı için de bir başlangıçtı. Ne var ki
barutlu silahlara karşı ellerinde bumeranglarından ve mızraklarından
başka hiçbir silahları olmayan Aborjinlerin en ufak bir şansı bile
yoktu. Üstelik tarihi araştırmaların gösterdiğine göre diğer insan
toplumlarından farklı olarak, tarihleri boyunca birbirleriyle bile hiç
savaşmamış olan Aborjinler savaşın ne demek olduğunu bile bilmiyordu!
İngiliz Merkezi Hükümeti ve Avustralya Sömürge Valiliği aracılığıyla
1788-1928 tarihleri arasında, Avustralya’nın Sidney, New South Wales,
Tasmanya, Queensland, The Kimberleys ve The Northern Territory
bölgelerini sömürgeleştirmek ve tarım alanlarını genişletmek, yeni
hayvancılık bölgeleri, yeraltı madenleri ve hammaddeler sağlamak için
sistemli ve merhametsizce katliama girişildi. Yapılan bilimsel
araştırmalara göre, Avustralya yerlilerine karşı uygulanan soykırım
doğrudan İngiliz Merkezi Hükümeti tarafından 1824 yılında çıkarılan
savaş yasaları çerçevesinde uygulandı. Böylelikle sömürgelerde İngiliz
Bölge Sömürge Yönetiminin yaptığı insanlık dışı her yöntemin yasal
dayanağı sağlanmış oldu!
Avustralya’yı ziyaret eden ünlü İngiliz romancısı Anthony Trollope,
İngiliz sömürgecilerinin Avustralya yerlilerine yaptıklarını şöyle
anlatıyordu:
Biz onların (yerlilerin) topraklarını (vatanlarını) ellerinden aldık, yiyeceklerini tahrip ettik. Kendi gelenek ve göreneklerine ters düşen yasalarımızı uyguladık. Onları, nefret ettikleri zevklerimize uydurmaya çalıştık. Kendilerini veya mallarını kendi bildikleri biçimde korumak istediklerinde de onları katlettik… Sert savaş yollarıyla efendileri olduğumuzu kabul etmeyi öğrettik.
İngilizlerin Dayanağı: Evrim Kuramı ve Terra Nullius
Ünlü doğa bilimcisi Charles Darwin’in Evrim Kuramı’nda
öne sürülen, güçlünün zayıfı evrim yoluyla yutmasına atıfta bulunan ve
bu kuramı pratik olarak yaşama geçiren ve Avusturalya’ya 1788’den
itibaren egemen olan sömürgeci İngiliz yönetimi, kendilerini üstün ırk
olarak görmekteydi. İngilizler kıtaya ayak basmadan önce burada binlerce
yıldır yaşayan, totemizme
inanan, karmaşık bir sosyal yapıya, aşiret ve aile ilişkilerine sahip
olan, 31 dil gurubuna ayrılan ve bu 31 dil grubuna bağlı yaklaşık 500
değişik aşiret dili konuşan Avustralya yerlilerini de siyah, zayıf ve en
alt ırki kesim olarak tanımlamaktaydı. Hatta sömürgecilerin yerlileri
hayvani bir ırk olarak görmesi nedeniyle, yerlilere karşı her türlü
aşağılama ve soykırımın yapılmasının en ufak ahlakdışı bir yönü yoktu.
Çünkü bu yeni kıta İngiliz sömürgecileri için, bir Terra Nullius (sahipsizler
ülkesi) sayılıyordu . Yani İngilizler, kendilerinden önce binlerce
yıldır burada yaşayan bu topluluğun hak ve hukukunun bu yeni İngiliz
sömürgesi üzerinde hiç bir etkisi olmadığını öne sürüyordu. Sömürgeci
İngilizler, yerlileri insan olarak kabul etmiyordu.
Esasında İngilizler, kendi buldukları ve sürekli kendilerine
yonttukları Terra Nullius öğretisiyle kendilerini ahlaki açıdan haklı
çıkarmak istiyorlardı. Bu anlayış, vicdan azabı duymadan, yerlileri
insan olarak kabul etmemek ve yerlilere her türlü eziyeti yapmak için
bahaneden başka bir şey değildi. Bu doktrine göre nasıl ki hayvanların
yüzyıllardır yaşadıkları yerlerde hakları yoksa hayvanlar düzeyinde olan
Avusturalya yerlilerinin de bu kıtada bir hakları olamazdı. Böylece
hayvanlara gösterilen muamelenin aynısı tüm sömürgecilik süreçleri
boyunca Avustralya’da ve diğer sömürgelerinde de fiilen uygulandı.
1890 yılında, Tasmanya Kraliyet Topluluğu İkinci Başkanı James
Bemard, Avustralya yerlilerine yapılan soykırımları doğal bir sonuç
olarak niteleyen görüşünü şöyle dile getiriyordu: “Soykırım süreçleri
esasında kendiliğinden oluşmaktadır. Evrim yasasına uygun olarak
gelişmektedir.” Yine aynı biçimde, Avustralya Sömürge Parlamentosundan
Vincent Lesina ise Parlamentodaki konuşmasında, “Evrim yasasının bize
gösterdiği gibi, beyaz ‘adamın ilerlemesi için bütün bu siyahlar
kesinlikle yok edilmelidir” diyerek benzer görüşü paylaşıyordu. Joseph
Chemberlain ise 1895 yılında İngilizlere biçilen görevi şöyle
anlatıyordu: “Beyaz Adam’ın omzunda taşıdığı yük dünyayı
uygarlaştırmaktır. İngilizler bunun yolunu gösteriyor.”
İngiliz sömürgecilerin diğer sömürgelerdeki uygulamalarına bakıldığı
zaman, yukarıda belirtilen bu görüşler, lider seviyesindeki şahısların
kişisel görüşleri değil; politikacılar tarafından, kendi toplumlarının
sömürgeci İngiliz İmparatorluğunun genel politikası konusunda
şartlandırılmaları için uygulanan stratejinin göstergesiydi.
4 Eylül 1880 tarihli The Queenslander gazetesinde yayımlanan
başyazıda, beyaz adamın (Avrupalı sömürgecilerin) hedefleri şöyle
açıklanmaktaydı:
Beyaz adamın (Avrupalılar) yerküredeki gelişmesinde, Avustralya yerlilerinin acı çekmesinin ve bunlara eziyet edilmesinin önüne geçilemez. Biz bu siyah insanları (yerlileri) korkutarak yıldırmalıyız ve bu insanlara yeni ev sahiplerine karşı direnmenin faydasızlığını öğretmeliyiz.
Avustralya yerlilerine karşı beslenen aynı ırkçı ve soykırımcı
görüşler, 1883 yılında, The Vormant Herald gazetesinde de görülüyordu.
Gazetenin yayınladığı bir makalede: “… Yarı uygar halde olan siyah bir
kişi, acınacak halde ve yardıma muhtaç olsa bile, bizim açımızdan
suçludur. Böyle bir suçu tüm yeryüzünden tamamen silmek gerekir”
yazıyordu. Bu durum sömürgeci yönetimin yerlilerin bu dünyada var olma
hakkına karşı tahammülsüzlüğünü ve sömürgecilerin ürettikleri insanlık
dışı soykırım yöntemlerinin hangi anlayışla gerçekleştirildiğini de
gözler önüne sermekteydi.
İnsan Avı
İngiliz
İmparatorluğu’nun Avustralya’yı sömürgeleştirmek için uyguladığı
soykırım yöntemleri arasında hem en acımasızı, sömürge yönetimi
tarafından güvenlik gerekçesiyle hayvan avına çıkar gibi yerli insan
avına çıkmaktı. Avda yakalanan yerlilerin kelleleri kesilip torbalara
konuyordu. Avın başarılı geçtiğinin bir kanıtı olarak, kesilen yerli
kelleleri herkesin görebileceği bir ortamda sergileniyordu. Hatta bazı
direnen veya kesin boyun eğmeyen önemli yerli kahraman Lider Pemukway
gibilerinin kellesi ise, Avustralya Sömürge Valisinin yerlilere karşı
yapılan bu yasal görevini ne kadar başarılı yerine getirdiğinin bir
kanıtı olarak Londra’ya, Merkezi Hükümete gönderiliyordu. Bu tür
olayların açıklamalarına, 1883 yılında İngiliz Hükümeti Yüksek Komiseri
olan Hamilton Gordon tarafından, Gordon’un şahsi dostu da olan zamanın
Başbakanı William Gladstone’a yazılan raporlarda da yer veriliyordu
1824 yılında sömürge yasaları, Bathurst Sydney ve New South Wales
bölgesindeki beyaz yerleşimcilere, güvenlik gerekçesiyle tüm yerlileri
fiziki olarak yok edebilme yetkisini veriyordu. 1838 yılındaki Monitör
gazetesinin yazdığı gibi, beyaz yönetimin mevcut sömürge politikası
öylesine çığırından çıkmıştı ki, artık beyaz yerleşimcilerin
(sömürgecilerin) yerlileri yok etme eylemleri yalnızca Bathurst Sydney
ve New South Wales bölgesiyle sınırlı değildi. Kıtadaki tüm yerlileri
yok etme hedefiyle, siyah ırktan olan tüm yerlilerin ortadan
kaldırılması yeni hedefti.
Bu soykırımdan Avustralya’nın yanındaki Tasmanya Adası da payına
düşeni aldı. Tasmanya’da, 1803-1834 yılları arasında, yerlilere karşı
yürütülen Tasmanya soykırımı esnasında birçok yerli
kadın ve çocuk katledildi. Bu soykırım sonucunda adanın 4.000 olan yerli
halkın nüfusu beyaz adamın Tasmanya’yı işgalinden 15 yıl sonra 2.000’e
kadar düştü. 1824 yılında ise, bölge sömürge yönetimi tarafından, adaya
yerleştirilen yeni beyaz (İngiliz) topluma, yerlilerin topraklarını
fiilen ele geçirmeleri için, ada yerlilerinin görüldüğü yerde
öldürülmesi için izin verildi.
İngilizler Tasmanya’nın sömürgeleştirilmesi sırasında yerli nüfusun
çoğalmaması için de bir yöntem düşünmüştü. Yerlilerin üremesini önlemek
ve yerlileri her bakımdan yıldırmak için, sömürge yönetimi tarafından
adada yakalanan ve tutsak edilen yerli erkekler, cinsel organları
kesilerek hadım edildiler. Nasıl olduysa soykırımda kurtulabilmeyi
başaran yerliler ise tüm Tasmanya’da 1829 yılında başlayan ve iki aylık
bir süreyi kapsayan, sömürge yönetimin soykırım amaçlı tehcir politikası
gereği, Avustralya’nın çeşitli bölgelerine ve çok uzak adalara, çeşitli
eziyetlerle ve soykırım amacıyla tehcir edildiler. Yerliler, tehcir
edildikleri, bu toplama kamplarını andıran enterne bölgelerinde, zorunlu
olarak ikamete tabi tutuldular. Bu insanlık dışı uygulamalara karşı
koyan yerliler yine sömürge yönetimi tarafından acımasızca
katledildiler.
Aborjinlerin Kayıp Kuşağı
1869 yılında sömürge yönetimi tarafından Aborjinleri Himaye ve
Yönetme Yasası (Act for Protection and Management of Aboriginal Natives)
çıkarıldı. Bu yasa Aborjinlerin nerede yaşayabileceklerinden nasıl
çalışacaklarına, kimlerle hangi koşullarla evleneceklerinden
topraklarını nasıl işleyeceklerine kadar neredeyse tüm toplumsal yaşamı
düzenliyor, yerli nüfus üzerinde tam bir denetim kuruyordu.
1869’daki yasa ile kurulan Aborjinleri Himaye Kurulu ile asimilasyon
politikaları başka bir boyuta taşındı. Kurul, kendisine çocukları
ailelerinden mahkeme kararına gerek duymadan uzaklaştırma yetkisi veren
1909 tarihli başka bir Aborjinleri Himaye Yasası ile daha da güçlendi.
Yasaya dayanarak 1910-1970 yılları arasında binlerce yerli çocuğu
ailelerinden zorla alındı. Yerli çocukların beyni önce misyoner
yurtlarında yıkanıyor, ardından beyaz ailelerin yanına veriliyordu.
Avustralya Hükümetinin kendi resmi raporuna göre bu dönemde 30.000
yerli çocuk ailelerinden zorla kopartıldı. Bunların bir kısmı
Avrupalılarla evlilikler yapılarak saf yerli aile yaşamından zorla
kopartıldı. Çocukların, Avustralya sömürge yönetimi tarafından
asimilasyonları hedeflenerek karışık aile düzenine ve birden fazla
Avrupalı ataya sahip olmaları hedefinin gerçekleştirilmesine
zorlandılar. Kurumlara ve beyaz ailelerin yanlarına verilen çocukların
kendi dillerini kullanmaları yasaktı. Kökenleri olabildiğince
kendilerinden saklanıyordu. Derilerinin neden farklı renkte olduğunu
sorduklarında ise kendilerine verilen yanıt “Güney Avrupa’dan”
geldiklerinden dolayıydı.
Gerçekte ise kaç yerli çocuğun ailesinde zorla alındığı günümüzde
dahi bilinmiyor. Resmi rakamlar 30.000 dese de tutulan kayıtların büyük
çoğunluğu kaybolmuş ya da imha edilmiş durumda. Fakat her üç Aborjin
çocuktan birinin bu uygulamaya maruz kaldığı tahmin ediliyor. Yani
yaklaşık 100 bin çocuk.
1937 yılında Yerlilerin Refahı adlı konferansın sonuç raporunda,
yerlilerin evlilikler yolu ile karışık bir konuma getirilmesi ve esas
hedefin bu olmasının altı çizilmekteydi. Resmi raporda, bu yüzden
çocukların hastanedeki doğumunun hemen akabinde, zorla yerli annelerin
elinden alındığı belirtiyordu. Rapor, 1935 yılında geçen bir olayı,
devlet politikasının uygulanışının bir belgesi olarak bir çocuğun
ağzından şu şekilde anlatıyor:
Ben annem ve teyzemle birlikte postaneye gitmiştim. Polisler bizi zorla polis arabasının içerisine tıkıştırdılar. Süpürgeliğe gideceğimizi belirttiler. Ama araba 10 kilometre kadar gittikten sonra, beni alıkoyup annem ve teyzemi arabadan dışarı attılar. Polisler arabayı tekrar sürmeye başladılar. Elinden zorla alındığım annemin o sırada arkamdan benim için yaptığı feryatları ve attığı çığlıkları arabanın içerisinde duyuyordum.
Araştırmacıların verilerine göre yine bu dönemde yerli kadınlar
rızaları olmaksızın kısırlaştırıldılar. Sömürgeciler tarafından
1970’lere kadar devam eden bu kısırlaştırma, çocuk kaçırma ve zorla
ailelerinden koparma yönteminin, Avustralya tarafından da 1949 yılında
kabul edilen 1948 BM soykırım sözleşmesinin II. maddesine tamamen aykırı
olması, Büyük Britanya İmparatorluğu’nun ve ona bağlı Avustralya
hükümetinin soykırım suçu işlediğini açıkça kanıtlamaktadır.
Soykırımla ilgili tarihi verilere bakarsak, ünlü soykırım
araştırmacısı ve tarihçi Ben Kiernan’a göre, 1788’de sömürgeleştirme
başladığında kıtanın yerli nüfusu 750.000 idi. 1911 yılına gelindiği
zaman soykırım sonucu yerlilerin nüfusu 31.000’e kadar düşmüştü. Çoğu
1789, 1829-1831 yıllarında İngilizlerin getirdiği çiçek, tifo,
dizanteri, tüberküloz, difteri, grip ve benzeri hastalıklardan ve
sömürgecilerin, yerlilerin un ve yiyecek tayınlarına zehir katmasından
dolayı kırıldı. Binlercesi ise sömürge güçleri tarafından katledildi.
Sömürgeci beyazların yerlileri öldürmeleri o kadar planlı ve sistemli
gerçekleşiyordu ki, zorla kaçırılan çocuklar çeşitli işlerde
çalıştırılırken, kadınlar tayınlarına zehir katılarak, yakılarak veya
işkence yapılarak öldürülüyorlardı. Erkekler ise işkenceyle ya da
vurularak öldürülüyorlardı.
Aborjinlerin her insanın sahip olması gereken temel hak ve
özgürlüklerine kavuşabilmesi ancak 20. yüzyılın ikinci yarısında
gerçekleşti. 1967’de yapılan halkoylamasında Avusturalya halkının %91
çoğunluğu Aborjinlerin nüfus sayımına dahil edilmesi ve federal meclisin
Aborjinlerle ilgili yasa çıkartmasına ilişkin Anayasa değişikliğine
evet oyu verdi. Senato’ya ilk Aborjin 1971’de, Temsilciler Meclisi’ne
ise ancak 2010 yılında (gerçekten şaşırtıcı) seçildi.
Günümüzde Avusturalya’da yaklaşık 460.000 Aborjin yaşıyor. Yani Beyaz
Adam’ın kıtayı sömürgeleştirmeye başladıklarındaki nüfuslarının
neredeyse yarısı kadar. Avusturalya’nın toplam nüfusunun %2’si… Bazı
rakamlar ise bu sayıyı biraz fazla veya biraz az göstermektedir. Bu
farklılıklara sebep olarak ise İngilizler tarafından tamamen asimile
edilemeyen yerli çocuklarının nesillerinin sonradan kimliklerine sahip
çıkması örnek olarak gösterilmektedir. Avusturalya Hükümeti yaklaşık 200
yıl sonra 2008 yılında işlenen tüm bu insanlık suçları ve Aborjin
katliamı için dönemin Başbakanı Kevin Rudd aracılığı ile özür diledi. Ne
var ki Aborjinlerin yazgısı halen daha fazla değişmiş değil. Beyaz
nüfusa oranla ortalama 17 yıl daha az yaşayan Aborjinler arasında
işsizlik, çocuk ölümleri, uyuşturucu ve alkol kullanımı oranları da
genel ortalamanın üzerinde.
İngilizlerin Bengal Kıtlığı katliamı: 4 Milyon Ölü
1943 yılında Bengal kıtlığı zamanında çekilmiş olduğu ileri sürülen fotoğraflar o gün ki açlığın getirdiği felaketi gözler önüne seriyor
Bengal'de yaşanmış olan kayıp sayısı ise tüyler ürperticiydi.
Neredeyse yerkürenin hemen her yerinde kendini göstermiş, en büyük kayıpları Rusya ve Çin vermişti. Onları Afrika ülkeleri izliyordu.
Avrupa ve Amerika ise tabloda yer almıyordu. Bengal kıtlığının yaşandığı dönem, Hindistan'ın hala Britanya Krallığı'nın sömürgesi olduğu döneme denk geldiği için, Avrupa içinde bir tek İngiltere'yi sayabiliyordunuz.
4,5 milyon insan açlıktan ölmüş ve İngiltere, Hindistan'da son derece başarısız bir yönetim izlemişti.
Bengal kıtlığı sadece savaşların veya kuraklığın değil, devlet adamlarının bilinçli şekilde almış olduğu kararlarla da yakından alakalıydı.
Yani meydana getirilmiş, yapay bir kıtlık söz konusuydu. İnsanlar bilerek, istenerek açlığa ve ölüme terkedilmiş, milyonlarca insan soykırıma uğramıştı.
Neredeyse yerkürenin hemen her yerinde kendini göstermiş, en büyük kayıpları Rusya ve Çin vermişti. Onları Afrika ülkeleri izliyordu.
Avrupa ve Amerika ise tabloda yer almıyordu. Bengal kıtlığının yaşandığı dönem, Hindistan'ın hala Britanya Krallığı'nın sömürgesi olduğu döneme denk geldiği için, Avrupa içinde bir tek İngiltere'yi sayabiliyordunuz.
4,5 milyon insan açlıktan ölmüş ve İngiltere, Hindistan'da son derece başarısız bir yönetim izlemişti.
Bengal kıtlığı sadece savaşların veya kuraklığın değil, devlet adamlarının bilinçli şekilde almış olduğu kararlarla da yakından alakalıydı.
Yani meydana getirilmiş, yapay bir kıtlık söz konusuydu. İnsanlar bilerek, istenerek açlığa ve ölüme terkedilmiş, milyonlarca insan soykırıma uğramıştı.
Bengal'de ise Churchill'in, İngilizlerin
beslenmesine öncelik tanırken, Hintlilerin yardım talebine yiyecekle
değil, silahla karşılık vermesi, ısrarlı şekilde yardım taleplerini
geri çevirmesi açlıktan çok büyük ölümlere yol açmıştı.
Amritsar Katliamı
13 Nisan 1919 tarihinde Hindistan, Pencap'taki Amritsar şehrinde beş İngiliz vatandaşı isyan karşıtı tedbir olarak hazırlanan Rowlatt tasarısı'nı protesto eden Hintler tarafından öldürüldükten bir sonraki gün 14 Nisan'da tahminen 10.000'den fazla Hint, tasarıyı tekrar protesto etmek amacıyla Amritsar'da toplandı. Dağılmayı reddeden Hintlere, İngiliz Tuğgeneral Reginald Dyer'dan (1864-1927) verilen bir emirle Gurkha birlikleri tarafından ateş açıldı. Resmi rakamlara göre 379 Hint öldürüldü ve yaklaşık 1.200 Hint yaralandı. Bu katliamdan sonra Tuğgeneral sıkı yönetim ilan etti ve kendi emrettiği katliamın "sorumlularının bulunmasını" istedi. Birkaç "sözde sorumlu" kamçılandı ve olay kapatıldı. Tuğgeneral'in faaliyetleri İngiliz Avam Kamarasında ifşa edilse de, Lordlar Kamarasında desteklendi. Bir ordu konseyi, daha sonra katliamı "yargıda bir hata" olarak adlandırdı.
Kaynakça: tr.wikipedia.org ve diğer siteler
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumlarınızı Bekliyoruz.